25 Kasım 2012 Pazar

Ne fark eder ha 15 sene önce ha sonra... Çocukken dışarıda oynardık saklambacı, şimdi içeride, arkadaş sohbetlerinde, günlük mecralarda. O zamanlar sokak araları en sevdiğim oyun alanlarımızdı. Şimdi sokak aralarına taşıdık oyunumuzu. Sayardık 10, 20,....,100! Önüm arkam sağım sobe! Şimdi kimdir bilinmez(!) birileri sayıyor bizim için. İster yüzümüze, ister arkamızdan... Nereden sobeleneceğimizi kestiremediğimiz bir dünya oyunun içine attılar bizi. Aman canım çocukken de sevmezdim zaten saklambacı!

24 Mayıs 2012 Perşembe

illa ki küçük kalmalı insan...


Büyümek bir insanın farkında olmadan yapacağı en büyük yanlış. Bunu ancak yıllar geçtikçe anlayabilir bazılarımız. Küçücükken yaşını soranlara "Ben tam.... yaşındayım!" der bir de gösteririz hesabı parmaklarımızla. Ne gerek var sanki! Ama yook illa inandırmalıyız karşımızdakini; kocaman olmuşuzdur.

En olmadı sözcüklerde yaşımızı büyütürüz. O buçuk mutlaka eklenir cümlenin sonuna. Sanki yarım yıl çok fark edecekmiş gibi... "Oho ben çoktan ...buçuk yaşıma girdim!" Hatta bir de o şımarıp kelime uzatma alışkanlığını edinmişizdir. Cümle süreleri birden bire 15sn den 1 dk ya katlanır. "Ohoooo ben çookttaaannn... yaşıma girdiimmm!".

Nedir bu büyüme isteğini bu kadar tetikleyen bizde? Büyünce nolur ki? Bu çocuklara ne anlatıyor o masallar? Kırmızı başlıklı kız daha büyük olsaydı o kurt onu yine de kandırmaya çalışmayacak mıydı? Üstüne üstlük hiç farkına varamıyorlar o yaşta; kırmızı başlıklı ne kadar büyük olursa olsun büyükannesinin kurt tarafından yenmesini engelleyemeyecek. Avcı gelmese, büyükanne ya Alzheimer'dan ya da kalp krizinden gider en olmadı.

Şimdi bende o çok basit hataya kapıldım gittim işte. Ölümü öyle güzel tiye aldım ki nerdeyse hissettiklerimden sapacağım. Halbuki daha geçen bayram, hatta geçen sonbahar, bu kış ve hatta bu sabah aklımda taptaze duruyordu o his. Birini kaybetme korkusu... Burnuna ölümün kokusu gelir, buz gibi donar kalır. Vücudun dayanamaz ellerin zangır zangır titremeye başlar. "Tanrım!" dersin. Ama orada kalır. Düşünceler sadece aklına  endişe ve korku salar. Düşünemezsin, sadece o soğuğu hissedersin. "Nolur?"...

En inançsızı bile imana getirir aslında. Kaybetme korkusu... Elinden bir şey gelmediğini bilmek... "Nolur olmasın!". Hatta en gitmek istemeyenimizi bile kalmaya teşvik eder bazen. "Onlarla geçireceğim vaktimi harcamalı mıyım?", "Ya onu ne kadar sevdiğimi yeterince söyleyememişsem?", "Ben yokken..." sanki sen varken onu koruyabiliyorsun bütün kötülüklerden...

İşte bu yüzden ben o masallara bir türlü inanamam. Sonsuza dek mutlu yaşayamaz bir insan. Olması gereken yolda bugün olmazsa, yarın öbür gün... Bir gün olacak ve biz o çok korktuğumuz acıyla yüzleşeceğiz. Ama yine ben yaşımı küçük tutmayı hala yeğliyorum. Bugün olmasın mutlaka öbür gün, öbür gün olsun diye....

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Haykırsam 
Ellerimi açsam yalnız sana 
Ağlasam çocuk gibi 
Eskileri anlatsam 
Derviş gibi abdal gibi tapar gibi.. 
Paramparça.. 
Haykırsam çocuk gibi..


yalnız sana...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

yapmak isteyip de yapamadığım her şey için şu dünyaya bir milyon kuple lanet olsun daha gönderiyorum bu gece!

30 Nisan 2012 Pazartesi

"aşka düş ama tökezleme...anla ama bekleme...paylaş ama isteme. Yaralan ama asla acıyı içinde büyütme..."

27 Nisan 2012 Cuma


Bir insan kaç kişiyle tanışabilir hayatı boyunca? Kaçını sever, kaçını kabul eder olduğu haliyle? Kaçı hayatına girişiyle anlam katar ya da kaçı anlam eksiltir? Ortalama yaştaki bir insan için binlerce belki…
Bense şimdilik yüz küsürler de seyir halindeyim. Tanıdıkça halka halka büyüyor, genişliyor ve hatta bazen değişiyor. Şefkatle belirivermiş, mesela, ilk halka. Zamanı gelmiş kendi iliklerinden vermiş karşılıksızca. Sevgiyle büyütmüş ve ikinci bir halka daha; büyük elli, yorgun gözlerinin arkasında tedirginlikle karışık kırmaya korkan korumacı… Mutluluk, kıyamama… Bakarken titreyen bir başka çift göz daha… Halka da emeğini düşünmeden vermiş, sonuçlarını sevda sevda alan buruşuk tenli bir halka. Yeşil gözleri “prenses” diye bakar kimseler bakarak soldurmasın diye herkesten önce o davranırmış ilk göz ağrısı ne istese. Halkalar çoğala dursun. Tek tek, yaş yaş…
Sonra hınzır bir çocuk yerinde duramayan... Bir bakmışsın kocaman bir genç, hayata atılmaya adım adım. Ürkek hareketlerle ilerleyen… Halkalar yalnızca dışa mı açılırmış. İçten içe o masum bebek biir, o hırçın çocuk ikii… Engelsiz, sebepsiz çoğaldıkça çoğalıyor. Eşikten girdiğin o hala küçük kız babasının yanında, annesinin gözlerinin içine bakarken hala afacan, ama o kapının ardındaki dünyada? Bir arkadaş arama tuşu kadar yakın ya da uzak, âşık sevgilisinin yanında, bir omuz ona ihtiyaç duyan dostunun yanında… Kimlik kimlik ama yine bir bütünde adı; benlik…
O el sıkıştığımız, sıkışma ihtimalimiz olan o milyonlarca insanı eleyelim. Biz asıl şu tek vücutta milyonlarcası oluveriyoruz. Sıfatlarımız ne olursa olsun her gün ismimizin önüne bir rütbe atanıyor. Abla, kuzen, arkadaş belki bunlardan sadece birkaç tanesi... Ve takibindekilerle; sevgili mesela… Asıl soru şu ki; bunun gibi binlercesi tek bir kavuğun çeperiyle sınırlıyken her gün oraya çıkıp bütün bu halkaları dengede tutmayı ne kadar başarabiliyoruz biz?

17 Nisan 2012 Salı

Ben kelimelere yalnızca öfkeyi ve kırgınlığı sığdırıyormuşum. Satır satır öfke kusmuş, nefretimi dökmüşüm. Gözyaşları damladığında noktalarda durmuş virgüllerde nefes almışım. Çok mu? Haksız mı?

Soru işaretlerinin, üç noktaların arkasına sığındığım cümleler olmuş. Neden mi desem kızar mısınız? "Hala bir sorular bir oyalamalar...Çıkar artık o ağzındaki baklayı!". Ben direk söyleyemem de gelin şöyle bir hikayeyle ısınalım mevzuya.

İlk gençlik yıllarında gözlerini ufuktan alamayan 'o' varmış. Her sabah güneşin doğuşuyla açarmış gözünü. En güzel saatte gözü o en tatlı manzaranın belireceği noktada olurmuş hep. Karanlığın ışık huzmelerinin hücumuyla fark edilmeyecek bir hızla yenildiğini görür içini kaplayan o sevinçle güne başlarmış. Her sabaha bu umutla "merhaba" demek nasıl bir heyecan tanrım! Gözünün içinden karşısındakilere akarmış umut, mutluluk.

İlk gençlik dedik ya zaman geçmiş onlar gelmiş, diğerleri eskimiş. Önceleri herkes aynıymış. Fakat, sonra o gelmiş. Hiii...O at kuyruklu zamanları henüz. Saçlar omuzlarda, yüreği kocaman. İşte o zaman anlamış. Ufukta ilk gördüğü ışığın adı dostlukmuş; en parlağı, en değerlisi...

O huzmeyle büyümüş. Tatlılığında can bulmuş, sırtılarını birlikte yaslamışlar Dünya'ya. Ey hayat, isyanları birlikte etmiş, en vahim sınavlarda, tuvaletlerde ağlamalara kadar... O kendini kitlediği anları bir o bilmiş. Kilitler bir süre sonra o kırmızı gözlerle bir ona açılmış.

İlk gençlik bu ya sonra büyümüş. Görmüş geçirmiş bir genç, hala baharda ama o ilkbahar yağmurları bitmiş. Yine çukurlar, tümsekler çıkmamış mı? Hem nasıl?! Hele ki o kasisler! Amma ve lakin, hepsinden birlikte atlamışlar yine. Her sabah doğmuş, geceyi hep görmezden gelmişler.

Heyyyt! Karanlığın karışmadığı hikaye mi olur? Gündüzler nasıl doğuyorsa, geceler de karışmaya başlamış aralarına. Gündüzler yine pasparlak, fakat geceler yavaş yavaş uzamakta. Eşit, uzun, daha uzun, iyice uzun, gündüzler kısalır, geceler uzun, upuzun... Şüphe başlar, karanlık... Açıklamalar yetersiz. Huzursuzluk, güven yavaş yavaş terk eder...Ve sonra bir bahane... Geceler hükmeder gündüzlere. Ve en acısı o ışık huzmeleri unutulup gider.

Hayatın en acı biberli yanı yanıldığını görmek ve güveninin boşa çıkmasıdır, bilir misiniz? Bin bir taklayla kavramlarınızı değiştiren bir insanın gözlerinde o ışığı görmek inandırır önce. Aaa hiç de kanmayın! Hala o gençlik yıllarındaki saflığı dünyanın kinine ve aldatıcılığına bulaştırmamışsanız bırakın öyle kalsın. Ama ben size bir kopya vereyim de o çocuk hep saf ve inançlı kalsın; güven kadar değerli bir taşı tanımadığınız yabancılardan sakının; ama asıl tanıdığınızı sandığınız kişilere 'g'sini bile açmayın!